26 Eylül 2012 Çarşamba

Ayrılık Sonrası Sendromları: Serdar Ortaç Sendromu Yükleniyor %78

Pucca severler zaten okumuştur.
Komik, eğlenceli, biraz ergen işi olmakla birlikte on ikiden vuran psikolojik analizleri olan bir kitap "Küçük aptalın Büyük Dünyası".
Kafa dağıtmak, rahatlamak için birebir.
Dili zaman zaman argoya kayıyor ve küfür içerikli.
Kitapta en sevdiğim, dönüp dönüp okuduğum kısmı paylaşmak istedim.
Kendinden birşey bulmayanı görmedim.
+18 dir, affınıza sığınıyorum..

Tehlikeli bir masal ya da hayal kırıklığı denizi için can yeleği; ŞİMDİ DE SİZ SOYUNUN PRENSİM!

İnandık, güvendik ve sonunda kaç defa sokulduk bir yılan tarafından?
Yılanın zehri miydi  acımızın nedeni damarlarımızda dolaşan,
yoksa o yılana en karanlık odalarınızı açmış olmak mı?
Derinlerde bir prens yatıyor olan inancımız mı daha güçlüydü yoksa o prense ulaşamamış olmanın getirdiği başarısızlık duygusu mu?
Her seferinde akıllandım diyip kaç defa daha bulduk kendimizi hayal kırıklıkları arasında?
Kaç defa azmedip kalktık ayağa?
Kaç defa kül olduk?
Kaç defa külleimizden güle döndük?
Ve kaç defaya yetece gücümüz küllere, küllerden güllere dönmeye?
Ben çok soyundum, buyrun şimdi de siz soyunun prensim..

Padişahla karısının bir türlü çocuğu olmuyormuş, ne yapmışlarsa bir çocuk sahibi olamamışlar.
Bir gün yaşlı, uzun sakalları beyaz bir adam saraya konuk gelmiş, padişah adamı çok sevip akşam yemeğine alıkoymuş.
Yemekten sonra sakallı ihtiyar, '' Galiba sizin meyveniz yok,'' demiş.
Padişah hemen atılmış ''Her meyveden var, ne istersiniz?'' demiş.
''Yok,'' demiş ihtiyar, ''onu söylemiyorum, galiba sizin çocuğunuz yok, onu söylemek istiyorum.''
Padişahla karısının gözleri dolmuş, ''Çok istedik, ama olmadı,'' demişler.
''Peki'' demiş ihtiyar, '' ben size bir yol göstereceğim, dediklerimi yaparsanız bir çocuğunuz olur.
Ülkenin en ucundaki dağın tepesinde bir pınar var, baharın yaza bağlandığı gece, tam sabah olurken, mehtap batmadan, güneş de çıkarken çırılçıplak o pınara girip yıkandıktan sonra, ''hayırlısı neyse o olsun'' deyip birbirinize kavuşacaksınız.
''Yaşlı adam bunları söyledikten sonra odasına çekilmiş, ertesi sabahta kimseye görünmeden saraydan ayrılıp gitmiş.
Padişahla karısı, büyük bir kalabalıkla yola çıkmışlar, dağın başındaki pınara girip yıkanmışlar, sonra da çadırlarına çekilip yataklarına girmişler.
Padişahın karısı, '' Allahım bize bir evlat ver de nasıl verirsen ver,'' demiş.
O gece padişahın karısı hamile kalmış. 

Aradan dokuz ay geçmiş. Doğum vakti gelmiş.
Saraya en ünlü ebelerini çağırmışlar. Ama sultan bir türlü doğuramıyormuş.
Kentte babasıyla ve üvey annesiyle yaşayan çok güzel ve çok fakir bir genç kız varmış. Padişah, öfkesinden karısını doğurtamayan bütün ebelerin başını vurdurtmuş.
Bunu duyan kötü kalpli üvey anne, saraya gidip, '' Benim bir üvey kızım var, sultanı doğurtsa doğurtsa o doğurtur,'' demiş.
Bunun üzerine saraydan adam gönderip kızı çağırtmışlar.
Kız başına ne geleceğini anlamış, doğru annesinin mezarına gitmiş, annesinden akıl sormuş:
 ''Anneciğim ben ne yapacağım, hiçbir ebenin doğurtamadığı sultanı doğurtmak için beni çağırdılar, benim de kellemi kesecekler.''
Tam o sırada aksakallı ihtiyar peydah olmuş mezarın yanında, ''Ağlama kızım, '' demiş, '' ben sana ne yapacağını anlatacağım, dediklerimi yaparsan kelleni kurtarırsın.''
Sonra kıza ne yapacağını anlatmaya başlamış.
''Sultan benim dediklerimi tutmadı, hayırlısını isteyeceğine, ne olursa olsun dedi, bu yüzden de evlat yerine karından bir yılan taşıyor şimdi, sen saraya gidince, hemen bir kazan süt isteyeceksin, sütün kokusunu alan yılan da çıkacak.''
Kız saraya gitmiş, ihtiyarın dediklerini yapmış.
Gerçekten de sultan, kocaman, kara bir yılan doğurmuş.
Hemen padişaha haber vermişler. Sultan hanım ağlamış, ''Ne yapacağız'' diye bir zaman çırpınmışlar, sonunda ''Yılan mılan, evlat evlattır,'' deyip yılanı kimseye göstermeden sarayın arka odalarından birine yerleştirmişler.
Ülkede de padişahın bir evladı oldu diye şenlikler yaptırmışlar.

Aradan yıllar geçmiş, arka odada bırakılan kara yılan büyümüş, bir gün padişah babasına haber göndermiş, ''Ben artık evlenmek istiyorum'' demiş.
Padişah, ne yapsın, bir tanecik evladı. Vezirlerden birinin kızını oğluna istemiş.
Düğün yapılmış, gelini gerdeğe sokmuşlar, ertesi sabah kapıyı bir açmışlar ki, kızın cesedi bir köşede yatıyor. Yılan kızı sokup öldürmüş.
Başka bir vezirin kızıyla evlendirmişler. Yılan onu da sokup öldürmüş.
Saraydaki kızlar birer birer öldükten sonra, halktan kızlarla evlendirmeye başlamışlar yılan prensi, o kızlar da ölmüş.
Genç kızlar saraya gelin gidip birer birer ölüyormuş.
Halk, prensin yılan olduğunu bilmiyormuş, ama prensle evlenen bütün kızların öldüğü memlekette yayılmış, herkes kızını memleketten kaçırmaya çalışıyormuş.

Bir gün yılanı doğurtan ebe kızın üvey annesi, saraya gitmiş, ''Benim çok güzel bir kızım var, sultanı da zaten o doğurtmuştu, prensin dilinden o anlar, onunla evlendirin prensi,'' demiş. Hemen kadının evine adamlar gönderilmiş, kız babasından istenmiş, adamcağız ne yapsın, padişaha hayır diyecek hali yok ya, kızını vermiş.
Bunu duyan kız öleceğini anlamış, hemen annesinin mezarına koşmuş yeniden.
''Anneciğim, beni prensle evlendirecekler, ama prens bir yılan. Beni de öteki kızlar gibi sokup öldürecek, genç yaşımda öleceğim,'' demiş.
Kız annesinin mezarı başında ağlarken, beyaz sakallı ihtiyar görünmüş yeniden. ''Ağlama'' demiş, ''yılan kılığındaki prens aslında çok yakışıklı bir delikanlıdır, dediğimi yaparsan insan haline döner, çok mutlu bir hayat sürersiniz.''
''Seni gerdeğe sokacakları zaman, üstüne kırk gömlek giyeceksin. Sen odaya girince yılan, sana soyun diyecek, sen bir gömleğini çıkart, sonra da ona, 'şimdi de siz  soyunun prensim' de, o da derilerinden birini çıkartacak, sonra sana yeniden 'soyun' diyecek. Sen yine ikinci gömleği çıkarttıktan sonra ona 'şimdi de siz  soyunun prensim' diyeceksin, böyle böyle ona kırk derisini de çıkarttıracaksın, kırkıncı derisini çıkarttıktan sonra yakışıklı bir delikanlıya dönecek. AMA SAKIN OLA Kİ, O BÜTÜN DERİLERİNİ ÇIKARTMADAN SEN SOYUNUP ÇIPLAK KALMA. O DERİLERİNİ ÇIKARTMADAN SOYUNURSAN, SENİ ÇIPLAK GÖRÜRSE SOKUP ÖLDÜRÜR.''
Kız hazırlanmış, alıp saraya götürmüşler, düğün olmuş, sonra kıza gerdeğe gireceksin demişler, kız da ihtiyar adamın dediği gibi kırk gömlek giymiş üstüne, her şey ihtiyarın dediği gibi olmuş.
Bir kız çıkarmış gömleğini, bir yılan çıkarmış derisini, birlikte soyunmuşlar.
Sonunda kırkıncı deriden de sonra yılan çok yakışıklı bir delikanlı olmuş, ikisi yıllarca mutlu yaşamışlar.

Ahmet Altan_Tehlikeli Masallar adlı kitabından..


Elinden geleni yap da sen, gönlün rahat olsun, gerisinin önemi yok..

Arasıra okumak, hatırlamak gereken faydalı bilgiler, en manidar fotosuyla birlikte.
Cansın Can Baba..


Olsun istersin.
Hatta olsun diye yapılması gerekenden daha da fazla üstelersin. 

Aşktır; değer verirsin, ödün verirsin, sevgiden öte de saygı gösterirsin. Olmayacak kaç şey varsa bir araya bile getirirsin.
Bakarsın ne anlattığını anlayabilmiş, ne de çözüm için bi şeyler yapma gayretinde.

İştir; sabahlarsın, olsun diye ailenden çaldığın zamanı oraya verirsin.

Dosttur; hayatta kimseyi dinlemediğin kadar dinler, kendine ayırmadığın onca şeyi ona ayırmaya çalışırsın. 

Sonra olayın içinden kendini çıkartır, şöyle karşıdan yaptıklarına bi bakarsın. Bakarsın ki herşey başladığın gibi.
Olmuyorsa olmuyordur!
Gönlün rahat mı?
Elinden geleni yaptın mı?
Cidden olmuyorsa zorlamayacaksın..

Can Yücel

24 Eylül 2012 Pazartesi

Olmaz birtanem, inan bana olmaz..

Mucizeler yaratan kahramanlar var mıdır gerçekten?
Varsa yorulur mu o kahramanlar?
Bir gün karşımda durup, bilmeden mucizenin ta kendisi olur mu?
Yoksa ben yine herşeyi uydurup, sonra da bunlara inanıyor muyum?
Herşeyi gerçekten karşıdan mı bekliyorum?
Çok şey mi istiyorum?
Kendimde olmayan hiçbir şey istemiyorum ya da kendim yapamayacağım hiç bir şey..
Ben olsaydım yapardım diyorum.
Ben olsaydım bir yolunu bulurdum.
Ben olsaydım hiçbir şey sevdiğim insanların yokluğundan zor olmazdı.
Ben olsaydım.... Ama ben diilim!
Keşke ben olsaydım.
Şimdiye kadar tüm "ben olsaydım"ların yerinde ben olsaydım her şey çok çok farklı olurdu.
Ben herşeyin altından girer, üstünden çıkar, canımı dişime takar bir yolunu bulurdum.
Mucizeler nerede kahramanım, yorgun musun?
Bu arada bu şarkının klibi yokmuş, bu en güzel şarkının bir klibi bile yokmuş!!


20 Eylül 2012 Perşembe

Helal olsun size!


Bugün Face'de gördüm bu fotoğrafı.
Gurur duydum.
Lafa gelince  bol keseden konuşuyoruz, yazıyoruz.
Hele de facebook iyi ki çıkmış, yoksa memleketi nereden kurtarırmışız?
Peki konuşmak dışında, eyleme geçerek birşey yapıyor muyuz?
Büyüğü, küçüğü yok bu işin.
Bir ucundan tutmak, sahip çıkmak gerek.
Kutluyorum bu işyerinin sahibi ve çalışanlarını..
Kazandığınız her kuruş helal olsun size!.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Dile benden ne dilersen vol 2

Son iki günümde dilek alımları vardı.
İşin en eğlenceli kısmı dilek gerçekleştirme tabi ki, ama gerçekleştirmek için önce dileği öğrenmek lazım.

Gazi hastanesinde yatan Büşra'yı ziyaret ettim ilk olarak.
Dilek alımlarında çocuğumuzu tanımaya, sevdiği şeyleri öğrenmeye çalışıyoruz.
Büşra 15 yaşında ve lösemi hastası.
Tedavi sürecinde olduğu için ziyaret izni verilmediğini söyledi.
Bu nedenle diğer arkadaşım gelmedi ve ben yalnız gittim; belki tek olursam bi yolunu bulabilirim diye.
Gittiğim sırada da Büşra'yı film çekimi için aşağı indirmişler.
Harika denk geldi.
Film çekimi bittikten sonra annesi kendi yerine beni gönderdi refakatçi olarak Büşra'nın odasına, böylelikle görüşme şansım oldu.
Daha önce tanıdığım çocukların hepsi tedavi sürecini tamamlamış çocuklardı.
Bu nedenle Büşra ile görüşmek benim için biraz zor oldu.
Açıkçası onun olası durumuna kendimi hazırladığımı sansam da çok iyimser davranmışım.
Bu hastalık gerçekten çok zor.
Allahım tüm hastalara yardımcı olsun ve en kısa zamanda sağlıklarına kavuştursun.

Odaya sık sık hemşireler girdi, kan aldılar, iğne yaptılar.
10 dakika geçmeden bi hasta bakıcı hadi Büşra gidiyoruz dedi, başka bi tahlil için.
Aceleyle konuşabildik, çok içime sinmedi bu yüzden.
Ama neyse ki Büşra, net bi şekilde dileğine karar vermişti:
Kendisine ait bir yatak odası!
İkinci dilek olarak da Bodrum ya da Antalya'yı görmek..
Dilek alımı sırasındaki koşturmaca, izinsiz olarak içeri girmiş olmanın yarattığı tedirginlik, Büşra ile karşılaşmanın yarattığı garip duygu birleşince ona vermem gereken tanışma hediyesini de çantamda unutmuşum.
Artı konuşma sırasında boş bulunup, klasiktir ya hep sorulur "okul dışında neler yapıyorsun?" diye işte o cümleyi kurdum.
"Okul falan yok abla bizde" dedi.
Kafamdan kaynar sular döküldü, "Allah cezamı versin" dedim içimden.


İkinci dilek için diğer annemiz aradı ve hastaneden eve döndüklerini, gelebileceğimizi söyledi.
Ev ziyaret daha iyidir; çocuğu daha iyi tanıma şansı bulursunuz.
Hatta odasına girebilirseniz daha da çok bilgi edinirsiniz.
Melek, 11 yaşındaydı.
Hastalığı dosyada yazmıyordu, evde hastalıkla ilgili de konuşmuyoruz.
Ama konuşma sırasında bacağında demir takılı olduğunu, buradan ilaç verildiğini öğrendik.
Bi arkadaşımla birlikteydik, hatta dernek gönüllüsü olmayan başka bi arkadaşım da bizimle gelmişti.
İkisinin de konuşkan insanlar olması beni rahatlatmıştı ama çocukla karşılaştıktan sonra dut yemiş bülbül oldu ikisi de. Kendimi tek başıma bıcır bıcır konuşurken buldum.
Melek, oldukça zeki ve tatlı bir çocuk.
Bir o kadar da tok gözlü.
"İste" diyorum "Melekcim, sen nasılını düşünme, sen sadece hayal et ve iste"
O kadar minik ve masum ki dilekleri.
Lunaparkta oynamak, kendi fotoğraflarını çekebilmek, havuza gitmek ... gibi.
Cep telefonu istemeyi düşündü ama bir çok çocuk gibi İphone diil, nokia c5.
Dilek gerçekleştirmeler sırasında çocuklarımıza küçük hediyeler geliyor bol miktarda, fotoğraf makinesi bunlardan biri.
Aynı zamanda dileğini gün içine yayıp, istediği başka küçük şeyleri de yaptırmaya çalışıyoruz zaten.
Bu nedenle bunları not aldım ama daha başka bişey istemesi için zaman verdim. Ertesi güne (bugüne ) kadar düşünüp bulduğunda beni arayacaktı.
Bugün aradı: LCW mağazasına girip beğendiği herşeyi almak istiyormuş.
Çünkü şimdiye kadar hiç kendi seçmemiş kıyafetlerini, hep başkaları vermiş.

Dilek dosyalarını bekletmeden yolladım öğleden önce.
Bir an önce gitsin ki, bir an önce sıraya girsin ve bir an önce gerçekleştirebilelim..

17 Eylül 2012 Pazartesi

İkisi bir arada mim

Bayram dönüşünden beri sürekli kaçamak tatiller yapıp, burada olduğunda da son boş günlerim diyerek tembelliği sonuna kadar zorladığımdan yazamadım.
Bricitim beni merak etmiş. kuru kuru da merak etmemiş, mimlemiş, hem de çifte mimde.
Benim gibi kararsız bi insana favorilerini sormuş.
:S :S ve de :S 

Favori rengim?
Turuncu, mor, mavi, kırmızı, pembe.
Yeşil de güzel.
Sarısız olur mu?
Ya beyaz?
Hepsini sseviyorum ki ben.
Tamam en çokkkk lila ve turuncu diyim o zaman.

Favori hayvan?
Farelere bayılırım çocukluğumdan beri.
Kedilerin o zarif hareketlerine hayranım. Eve aldım bi tane doya doya izleyebilmek için.
O pati büküş, o yalanış, o sfenk oturuşu..
Köpekler dosttur.
Semenderleri ve kurbağaları da çok severim.
Bi koalayı kucaklamadan ölürsem gözüm açık giderim.
Dışarıda evet ama evde bir tek kuşları sevmem.
Çok cikliyolar yahu, bir de onların yeri kafes olmamalı.
Şansım olsa evde hepsinden olsa, ya da bi çiftlik sahibi bulsam kendime.

 Favori sayım?
1 ve 4.
Özellikle benim içim önemli olan şeyler ayın 4üne denk gelmiştir hep.
Kedimi 4 kasımda bulmuştum mesela.

Favori içecek?
Soğuk kahve ve limonata.
Kahvenin kremasını kaşık kaşık yemeye bayılırım.
Limonata da naneli olursa, hele bi de frozen şeklinde olursa ohh ohhhh!

Facebook mu twitter mı?
Twitter pek açmadı beni.
Adresim var ama ne girip okuyorum, ne de yazıyorum.
140 karakter yetmiyo bana yetmiyo.

Tutkum?
Tutku diyice aklıma vosvos geliyor.
Deniz tutkum ayrıdır.
Son kaçamak tatilimde bir günde tam 17 defa "çok güzel diil mi?" demişim.
Deniz-martı-tekne-palmiye dörtlemesi varsa hele de değmeyin keyfime.


Hediye almak mı, hediye vermek mi?
İkisi de sancılı :)
Tatlı sancılar tabi ki.
Doğum günüm yaklaşıyor (pazar günüü), alacağım hediyeleri çok merak ediyorum.
Kesinlikle bilmek istemem, süpriz olmalı.
Erken verilse de açmam, ille de gününde açıcam.
Hediye vermek için de çok düşünürüm, çok çok hem de karar verene kadar.
Aldıktan sonra da bir an önce vermek isterim, sabırsızlanırım.
O yüzden son güne kadar almamaya çalışıyorum.

Favori gün?
Özel bi sebebi yok ama kendimi bildim bileli perşembeleri pek bi severim.

Favori çiçek?
Çiçekleri ayırmam, tanımam da fazla zaten.
Bir tek birinden kırmızı gül almak istemem. Klişe geliyor çünkü.
Standart ya, bi düşünsün, seçsin.
Herkese aynı çiçek verilmez bence.
Kır çiçeklerini çok severim.
Sanırım en çok karanfil, koyu pembe kokulu karanfili seviyorum, şu an öyle karar verdim.
Saksıda ise kaktüs seviyorum, çünkü diğerlerini beceremiyorum.
Gerçi kaktüs kurutmuşluğum da var, neyse konuyu dağıtmayalım..
Okuldaki kaktüslerim bunlar:



2. mim Ne koleksiyonu yaptığıma dair..
Çoğu kız çocuğu gibi peçetelerle başladım.
Açar açar bakardım, sıralardım onları, gruplandırırdım.
Sonra battılar bana nedense, hepsini attım.
Ardından deniz kabuğu koleksiyonuna başladım.
Kesmedi içi dolu kabukları toplamaya başladım.
Evi kertenkeleler bastı, annem hepsini çöpe attı.
Ara ara birşey biriktirmeye karar verip vazgeçtiğim oldu.
Şu an bi koleksiyonum yok.
Koleksiyon denmez ama gittiğim yerlerden orayı simgeleyen magnetler alıyorum. (akşam eklerim fotoyu)
Bir de dilek çocukları albümüm var, onları biriktiriyorum anı olması için.
İtiraf edeyim, bir ex albümüm var; önemli önemsiz, uzaktan yakından, platoniğinden gereksizine fotolarını bi albümde tutuyorum.
Diğer türlü biraz cılız kalıyo, özgüveni sarsılıyo insanın..

Eğer yapmadıysa topu Tuvalet kağıdına atıyorum..


16 Eylül 2012 Pazar

Bir dilek tuttu, biz de onları buluşturduk..

Üzerimdeki tembellikten sıyrılarak, harika bi postla dönüş yapıyorum:
Cumartesi dilek gerçekleştirme var, kimler katılmak ister maili geldiğinde bennn dedim hemen.
Nedir dilek?
Mustafa Yıldızdoğan'la tanışmak istiyor çocuk!
Enteresan buldum açıkçası.
Neden Hadise diil, Murat Boz diil mesela, çocuklar en çok onları seviyor ya.
Çocuğun 9 yaşında ve kız olduğunu öğrendiğimde şaşkınlığım daha da arttı.
Onun dileğiydi ve eleştirme hakkım yoktu tabi ki.
Öncelikle, özellikle ve şiddetle belirtmek isterim ki, Bir Dilek Tut Derneği'nin hiçbir siyasi parti ya da ideolojiyle ilgisi, yakınlığı, sempatisi bulunmamaktadır. Derneğimizin tek sempatisi çocuklarımızın yüzünde oluşan gülümsemelerdir.

Ailemiz Kayseri'de yaşıyor.
Sude 9 yaşında, lösemi hastası, tedavi sürecini geride bırakmış, şu an kontrol aşamasında.
Çok çok daha iyi olacak tabi ki..
Sponsorumuz olan Hilton otelinde onlar için bir yer ayrıldı.
Ailemiz sabah erkenden yola çıkmışlar, 10.30 da Ankara'dalardı.
Otelimize yerleştik.
Ailemiz hazırlanırken Minik dilek çocuğumuz Sude'yi otelin de yakınında bulunan Kuğulu Park'ta gezdirdik, kuğuları izleyip güvercinleri besledi öncelikle.
Ardından kahvaltı yaptık birlikte. Sude'miz bu saatlerde oldukça çekingendi.
Kahvaltı sırasında Mustafa Yıldızdoğan hayranlığının nereden geldiğini merak ettim.
Ailecek hayranlarmış, hatta Sude daha önce, 4 yaşındayken onun konserine gitmiş.

Kahvaltıdan sonra Atakule'ye çıkarıp Ankara'yı yukarıdan gösterdik.
Oldukça kalabalık ve dağınık buldular. Kayseri'de Beştepelerden bakında tüm şehrin ızgara şeklinde paralel yollardan oluştuğunu görür, "ne kadar düzenli" olduğunu söylersiniz çünkü.

Ankara'ya ilk defa gelen Sude için tabi ki sonraki durağımız Anıtkabir oldu.
Müzeleri heyecanla gezdi.
Her şeyin açıklamasını sordu bize, dikkatle inceledi.
Ata'nın giysileri en dikkatini çeken kısım oldu. "Ayakkabıları ne kadar da büyük"müş..
Atatürk'ün okuduğu kitapları görünce çok kitap okuyacağına dair bize söz verdi.
Anıtkabir ziyaretimiz bittiğinde biz oldukça yorulmuş olduğumuzu farkettik ama Sude hala enerjik ve heyecanlıydı. 
"Başta çekiniyordum ama alıştım size şimdi, çok sevdim ben sizi abla" 
Anıtkabir hatırası olarak, ona Anıtkabir'den aldığımız, en sevdiği renk olan beyaz bir saat hediye ettik.

Öğle yemeği için Otele geri döndük.
Mustafa Yıldızdoğan'ın menajeri saat 7'de bizi beklediğini söylemek için aradığında Sude kalbinin yerinden çıkmak üzere olduğunu söyledi.
Heyecanını biraz dindirebilmek için Macera adasına gidip biraz oyun oynayalım dedik.

Derken vakit geldi.
Otele gidiyoruz.
Benim bindiğim aracı kullanan arkadaşım "keşke birkaç şarkısını yükleseydim" dedi.
Benim de o an aklıma geldi, keşke ben de bi kaç fotosuna baksaydım, tanırdım şimdi adamı :S
Neyse ki yol üzerindeki bilboardlarda konser afişi vardı da gitmeden görebildim.
Otele gittiğimizde girişte karşıladı bizi Mustafa Yıldızdoğan.
1,5 saatini ayırdı bize ve ailemize.
1,5 saat boyunca Sude hiç inmedi kucağından.
Sohbet ettiler, umudun ne kadar güzel olduğundan bahsetti Mustafa Yıldızdoğan ona, inancını hiç kaybetmemesini, nefes alabildiğine göre dünyanın en zengin insanı olduğunu söyledi.
Şarkılarını söylediler birlikte.
Albümlerini hediye etti Sude'ye ve ailesine ve amcasına ve babasının kuzenlerine :)




"Konsere gelecek misin?" diye sordu.
"Tabi ki" dedi Sude.
Sude'nin en sevdiği şarkı olan kızıl elma'yı sahnede kendisi ile söyleyip isteyip istemediğini sordu.
Hepimizin tüyleri diken diken oldu bu soruda.
Araçlarımıza atlayıp gittik festival alanına.
Sadece Sude'yi diil, bizi de aldırdı içeri.
Kuliste oturduk hep birlikte.
Haızrlanması bittikten sonra Sude'yi istetti yanına, konser başlayına kadar Sudemiz Mustafa Yıldızdoğan ile birlikte bekledi.
Saçları yapılmasını istedi Mustafa Bey.
Kızımız sahneye hazırlandı.
Beklerken "kalbim dışarı çıktı bakk" diye göğsünü tutup duruyordu.
"Çok heyecanlandım, çokkk"

Ve beklenen an geldi.
Mustafa Yıldızdoğan sahnede.
Binlerce kişi konser alanında.
Derken Mustafa Bey Sude'yi sahneye davet etti.
Sude makinesini bana vermişti, o şarkı söylerken çekmem için.
Ama hayatımın en kötü çekimini yaptım kesinlikle.
Ellerim, dizlerim titremeye başladı, doğal olarak görüntü de.
Neyse ki diğer arkadaşlarım da çekim yaptı garanti olması için.
İşte o an:


Konser bitimi mutluluk gözyaşları..
Gözyaşlarını tutamayan mutlu bir aile.
Gözleriniz hep mutluluktan yaşarsın Sude, Güneş anne ve Feytullah baba..
Anneler neyse de, ağlayan babalara hiç dayanamıyor yüreğim..

Dün gece Ankara halkı Kızıl Elma'yı Sude ile birlikte söyledi.
Bir çocuk daha gülümsedi ve dünya biraz daha güzel bi yer haline geldi..



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...